25 Mart 2018 Pazar


Aslında Duvar Yok!  Şeytan Üçgeni
drama üçgeni ile ilgili görsel sonucu
Bir gün, aslında bütün hayatımın, önüme çıkan engelleri yıkmaya  çalışmakla  ilgili olduğunu farkına vardım. Bu farkındalık tek başına bir şeyi değiştirmedi. Ne zaman ki o engellerin çoğunu  kendim koyduğumu fark ettim,  işte o gün her şey değişti,  bu yazılanlar işte bu yeni ve  büyük keşifle ilgili…
Hepimiz kendimizin ne kadar zeki, yetenekli olduğunu düşünür ve neden keşfedilmediğimizi ve diğer insanların neden bu kadar şanslı olduğunu merak ederiz. Keşfedilmediğimizi düşündüğümüzde de kendimiz hariç herkesi; koşulları,  hayatımızın her alanında suçlanacak birini veya bir şeyleri bularak, kurban rolü oynamanın üstadı oluruz.

Tüm hikayelerde, filmlerde ve hayatın içinde olmazsa olmaz olan 3 karakter vardır:  Kurban, kurtarıcı ve  saldırgan. Kırmızı başlıklı kızdan örnek verirsek:  Kurban; kırmızı başlıklı kız,  kurtarıcı; avcı, saldırgan; kurt.
Kül Kedisi hikayesindeki   kahramanların karakterlerini de siz yazın; Kül kedisi;………Kız Kardeşler;…….Prens;………….

Ailede 1 yaşına gelmiş bebek yürümeye çalışır. Bu denemeleri yaparken bebek  tabi ki düşecek kalkacak ve tekrar düşerek kalkacaktır. Eğer bebeği korumak adı altında bu denemelerine müsaade edilmez ve ona bir özgürlük alanı bırakılmazsa gelişimi yarım kalır. Her düşmeye kalktığında tut, eşyaların arasında yürümesine izin verme, önündeki neredeyse her engeli itinayla kaldır ve gururlan kendinle’’ bebişime iyilik yapıyorum , ne iyi, ne muhteşem , ne fedakar anneyim/babayım.’’ de. Bebeğin yapması gerekenleri siz yaptığınızda çocuğunuzun gelişimine engel olarak, zayıflığına ve güvensizliğine neden olursunuz. Tıpkı dünyaya hazır olduğunda, zaten yumurtayı içerden kıracak civcive yardımcı olmak için, yumurtayı dışardan kırmamız ve civcivin belki saat farkıyla hazır olmadığı bu dünyada sayemizde ölmesi gibi...  Atalarımız yine güzel söylemiş  ‘’Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir. ‘’
Doğduğumuz andan itibaren bir mesaj ve davranış bombardımanına tutuluyoruz. İnsan kopyalayarak, rol model seçerek, gözlemleyerek, duyu organlarının her birini kullanarak öğrenen bir canlı. Bu öğrendikleriyle de  inanç sistemini oluşturuyor, kendine ve çevresine yüklediği tüm anlam bu inanç sistemine bağlı olarak oluşuyor.Duygusal açlığımızın tatmini için ilgi görmeye, şefkate, takdir edilmeye  ihtiyaç duyarız. Çocukluktan itibaren türlü oyunlar öğrenir, büyüyünce de  bu duygulara her ihtiyaç duyduğumuzda isteklerimizi karşılaması için bu oyunları oynamaktan çekinmeyiz. Bu oyunlardan en çok oynananı  Stephen Karpman’a göre Drama Üçgeni’dir. Bu oyunun içinde; kurban, kurtarıcı ve saldırgan rolleri vardır.

Eric Berne (drama üçgenini geliştirenlerden) bu üçlünün yarattığı üçgenin içine girmememiz gerektiğini söyler. Bir örnekle açıklayayım; bir gün sonraya  bitirmemiz gereken bir sürü iş olduğu halde  bizi ısrarla  maça davet eden arkadaşımızı kırmamak için(maçı da istediğimizden) maça gideriz ve onu tek başına kalmaktan kurtararak biz bir anda kurtarıcı oluruz,  arkadaşımızsa  kurtarılan olarak kurban yerine geçer,  keyifli maçın ertesi günü  işe gittiğimizde patronumuz bize saldırgan pozisyonunda bitmeyen işimizle ilgili  bize kızdığında biz kurban oluruz. Sonra saldırgan pozisyonumuzla arkadaşımıza döner ve öfkemizi ondan çıkartarak onu kurban haline getiririz. Bu üçlüde kaldığımız sürece bu  rahatsız edici durum tüm roller için  devam eder.

  Aileden bir örnekle şeytan üçgenimize(benim deyimimle:)) devam edelim
Bir oğlunuz olduğunu düşünün ve onu gözünüzden esirgeyerek, elinizden geldiğince bal börek büyütüyorsunuz. Siz önüne çıkan engelleri tek tek ortadan kaldırırken, oğlunuzun mücadele kasları neredeyse hiç gelişmiyor. Kurtarıcı rolünüzle ödevinden, arkadaşlarıyla problemlerine kadar her şeyle siz yüzleşiyorsunuz, çocuğunuzun yüz kasları da gelişmiyor(!) oğlum o ağır taşıma, bırak ben yaparım sen ders çalış. Neredeyse eşek kadar çocuğu ellerinizle besleyecek haldesiniz, el bebek gül bebek büyüttüğünüz, bu şeker oğlandan hayatta nasıl bir duruş  bekliyorsunuz? Ayakları sahiden yere sağlam basabilecek bir yetişkin mi yoksa kırılgan, korunmaya muhtaç bir evlat mı yetiştiriyorsunuz?
Çukura düştüğü zaman oğlunuza yanınızda duran merdiveni veya ipi uzatmak yerine çukura yemek atarak size bağımlı kalmasına neden oluyor ve tabiri yerindeyse balık tutmayı öğretmek yerine, ona balık veriyorsunuz. Çocuğunuz sizin kurtarıcılığınıza alıştığı için gittikçe artan bir oranda kendisini yetersiz ve beceriksiz görüyor. Kurban rolünü benimseyen çocuk, gün geçtikçe kurban rolünü pekiştirecek saldırganları kendisine çekiyor. Kurban çoğu zaman ,kurtarıcının  acıma duygusunu sevgi zannediyor ve sevgiyi kazanabilmek için kurban rolünün, kaybeden olmanın ve bu duyguyla beslenmenin ustası oluyor. Eşiniz aşırı korumacılığınızın çocuğa zarar verdiğini görerek çocuğu hayata hazırlamak adına, çocuğunuza yükleniyor ve yol gösterme niyetiyle baskı yapmaya başlıyor. Sizse çocuğunuzu daha sıkı korumaya başlıyorsunuz, eşiniz saldırganlığını çocuğunuzu yetiştiriş tarzınız nedeniyle bu sefer de size yönlendiriyor, çocuğunuz bu durumdan rahatsız olarak sizi korumaya başlıyor. Eşiniz saldırgan, siz de doğal olarak kurban, oğlunuzsa sizin kurtarıcınız oluyor. Zamanla çocuğunuz, onu kurban yaparak, kurtarıcısının sevgisini kazanacağını sandığı her numarayı öğreniyor; dayak yemekten tutunda, derslerdeki başarısızlığa, dışlanmasından tutunda, kolaylıkla hastalanmasından, hocaların ona takmasına kadar.  Bir nevi küçük Emrah sendromu yaşıyor ve yaşatıyor. Hem de girdiği her sosyal ortamda acıyı kendine farkına varmadan çekiyor, çünkü kurban rolünün açlığı hiç bitmiyor. Gün gelip çocuk büyüdüğünde başarısızlıklarının ve beceriksizliklerinin tüm sorumluluğunu kurtarıcısına yüklüyor, bu sefer kurbanımız saldırgan, kurtarıcımızsa kurban  haline geliyor.
Bugünün kurtarıcıları geçmişin kurbanlarıdır aslında, başkalarını kurtararak kendilerini kurtarmış gibi oluyorlar, kendilerine  bağımlı bireyler  yaratarak kendilerini daha güçlü hissediyorlar. Başkalarının sorunlarıyla o kadar çok ilgileniyorlar ki kendi sorunlarıyla hiç yüzleşecek zamanları  kalmıyor, aslında kurtarıcı kendinden kaçıyor. Saldırgansa başkalarına saldırarak kendi zayıflıklarını bir bakıma gizlemiş oluyor, saldırdıkça insanlar onun eksiklerine değil kendilerininkilere dönüyorlar. Bu sarmal aynı kişilerin bu kısır döngüde kalarak mutsuz ve tatminsiz bir hayat yaşamalarına neden oluyor. Herkes işin kolayına kaçınca bu döngü kırılamıyor.

Bu döngüyü kırmak için kurbanın sorumluluklarını almakla ilgili çaba göstermesi, kurtarıcının hayır demeyi öğrenerek kendi ihtiyaçlarına da ilgi göstermesi, problemlere çözüm bulmak yerine destek olmayı öğrenmesi, saldırganın gördüğü veya zannettiği zayıflıkları kabul etmesi ve başkalarına verdiği zararı keşfetmesi gerekir. 


22 Mart 2018 Perşembe


Aslında Duvar Yok!
Aslında Duvar Yok!
Duvarlar ve Sınırlar korkular gibidir; sadece yanılgıdır!

Aslında Duvar Yok! Hepimizin hikâyesi; hayallerimiz, yanılgılarımız, doğru sandığımız yanlışlarımız, yanlış sandığımız doğrularımız. Aslında olmayan, bizim uydurduğumuz engellerimiz. Uydurduğumuza inanma hatalarımız. Bizi dışardaki dünyadan koruduğunu sandığımız ama bizi dışarıya açılmaktan alıkoyan hapishane duvarlarımız. Bu blogda öncelikle tuğlalarımızı nasıl oluşturduğumuzu,  sonra da bu tuğlaların nasıl yıkılacağını anlatacağım. Millet, hazır mıyız?

Hepimiz harika nehirlerin ve ağaçların olduğu, hayallerimiz kadar sınırsız okyanusların yanında, gözlerimizi sonsuz bir cesaret ve umutla dünyaya açarız. Daha sonra başımıza gelen olumsuzlukların her biriyle (çoğunluk buna tecrübe der) güvenliğimizi sağlayacağını zannettiğimiz bir duvar inşa ederiz.  Bu duvarı da, her bir olayın bizde yarattığı olumsuz etkilerden oluşan tuğlalarla öreriz.

Sevdiğimiz insandan sevgimize karşılık bulamayınca koyarız bir tuğla; karşılıksız aşklar adına,


Aldatılınca tekrar güvenmemek için bir tuğla,

Hayal kırıklıkları ve kayıplarımızla gelsin okkalı bir tuğla,

Arkamızdan konuşan dostlarımız için bir tuğla daha,

Sonra bir bakarız ki duvarlarımızın arasında hayallerimiz ve biz, küçücük bir alanda, zor nefes aldığımız bir alanda sıkışıp kalmışız.

Zedelenen her duygumuz zamanla çevremizi saran tuğlalar haline gelir,  yani sözde duvarımızı kendi bakış açımızın sahte tuğlalarıyla inşa ederiz.

Duvarlar her ne kadar da hayatın sırlarını gizlese de dışarıya açılan kapıları da kapatır. Dışarıdan içeriye büyük bir ilhamla girecek ve hayat dengemizi değiştirecek oksijenin önündeki en büyük barikattır! Kuvvetli bir nefes al, yavaş yavaş ver nefesini, tekrar al ve tekrar ver aynı şekilde. Fark ettin mi rahatlamaya başlıyorsun bile:) Hep sevgiyle, ille de sevgiyle...